Nedense Sultan 2’nci Abdülhamit’i hep severim. Bunda Prof. Sulhi Dönmezer’in üniversite yıllarında bir gün derste söylediği şu sözlerin etkisi çok büyük. Şöyle demişti Dönmezer Hoca:
“Sultan Abdülhamit çok iyi bir marangoz, kuyumcu ve ciltçiydi. Saray kütüphaneleri onun ciltlediği kitaplarla doludur. Özenle ürettiği marangozluk ürünleri birer sanat eseridir. Ben de İstanbul Üniversitesi’nde onun yaptığı bir masayı kullandım yıllarca. Hala oradadır. Bir de kuyum işlerine meraklıydı, altın işlerdi.”
Sonra gerçekten de Beylerbeyi Sarayı’nı bir gün gezerken, Abdülhamit’in yaptığı bir çalışma masasını gördüm. Bu bir şifreli masaydı, 50-60 ayrı gözü vardı ve her göz, ancak bir öncekinden açılabiliyordu. İnternette gözlerinin sayısını ararken, hikayesi de çıktı karşıma. Meğer padişahken dönemin bir mobilyacısı masanın eşini kendisine göndermiş. Abdülhamit bir süre kullanıp masayı iade etmiş ama aynısını da yapmış. Bir de masanın ortasında gömme bir ayna varmış, arkasında veya sağında solunda biri varsa görsün diye. (Tam da vesveseli ve herkesin peşine hafiye takmasıyla tanınan bir padişaha göre.)
Sultan Abdülhamit’in en bilinen yönü, padişah olduktan sonra Osmanlı Meclisi’ni kapatması ve 33 yıl boyunca Osmanlı’yı büyük bir istibdat rejimiyle yönetmesi tabi ki. ‘İstibdat’ sözcüğünün Türkçe Sözlük’teki karşılığını da yazalım da bir yanlış anlama olmasın:
“Uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotizm.”
Abdülhamit’le ilgili bir not daha aktarayım. Padişahlığı döneminde medyaya sansür o kadar artmıştı ki, bazı kelimeleri yazmak bile yasaklanmıştı. Bunların başında da “Şevketlü Abdülhamit” yazmak geliyordu. “Şevketli” kelime anlamı olarak ‘büyüklük, güç sahibi’ demekti ve “Şevketlü Abdülhamit” diye yazılırken, “Büyük Abdülhamit” denmek isteniyordu. Ancak eski Türkçe alfabede bu sorunluydu. ‘Şevketlü’ ile ‘Şu kötü’nün yazılışları neredeyse aynıydı. Böylece, “Şu kötü Abdülhamit” yazılmasın diye kelime toptan yasaklanmıştı. Neyse ki alfabe değişti de ‘zındık’ların böyle bir şansı kalmadı.
***
Bugünkü ‘Modern Türkiye’nin’ Atatürk ve Cumhuriyet’le 100 yaşına bastığından kuşku yok. Ancak Osmanlılar, ‘monarşi’ içinde modernleşmek için imparatorluğun en azından son yüzyılında bir hayli çaba harcadılar.
Nuray Mert’in “Aşırı Batılılaşanlar: Kültürel batılılaşmanın arka planı”adlı araştırması Osmanlıların bu modernleşme çabalarını anlatıyor. Bir gazeteci olarak bir ‘Siyaset Bilimi’ profesörünün araştırması hakkında söz etmek tabi ki haddim değil. Sadece yazının bana çok şey kattığını söylemek isterim. Yazıda Sultan Abdülhamit’in bilmediğimiz pek çok yönü kaynaklara dayanılarak aktarılıyor. İşte bazıları:
Osmanlı Padişahı ve İslam halifesi Sultan Abdülhamid piyano çalıyordu.
Kızları batılı giysiler içindeydiler ve başları açık fotoğrafları vardı.
Oğulları Burhaneddin ve Abdülrahim Efendiler çok iyi piyano çalıyordu. Abdülrahim Efendi ayrıca orkestra yönetiyordu.
Sadece kadınlara hitap eden ‘Hanımlara Mahsus Gazete’ 1893’te Abdülhamid döneminde çıktı ve ‘Paris Modası’ kıyafetlerin ilanlarıyla ile doluydu.
Aynı yıllarda muhafazakâr ‘Kadınlar Dünyası’ dergisi açık saçık dolaşmanın ‘Hamid Devri’nde yaygınlaşan bir yozlaşma olduğunu yazmış, yasaklansın diye kanun çıkarılmasını istemişti.
Bir başka İslamcı dergi Sırat-ı Müstakim’de ise İslam’a aykırı kılık ve kıyafetin ‘Hamid Devri’nin bir özelliği olduğunu savunuluyor, buna örnekler anlatılıyordu.
Paşa kızı ressam Naciye Neyyal hatıralarında Abdülhamid’in mutaassıp ahaliden çekindiği için yasaklar çıkardığını, ancak kadınların kapalı giyinmesine taraftar olmadığını yazmıştı.
Abdülhamid tiyatro seyrediyordu, kendisinden önceki ataları gibi yalnız yemek yemekten vazgeçmişti.
Tiyatro gösterileri izlerken locasına refikaları veya kızlarından birini alırdı.
Güvenlik nedeniyle de olsa çarşaf giymeyi yasaklatmıştı.
Kızı Şadiye Sultan, eşiyle birlikte Cumartesi gün ve gecesi kabul günü yapıyor, dostlarını davet ediyordu. Kabul günlerine yabancı piyano hocası da zevcesiyle geliyordu ve Şadiye Sultan onlara piyano çalıyordu.
Diğer kızı Ayşe Sultan, babasının ‘Alaturka müzik güzeldir ama daima gam verir, Alafranga değişiktir, neşe verir’ dediğini anılarında yazmıştı.
Abdülhamid, doktoruna da şöyle demişti: ‘Alaturka müzikten hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafrangayı tercih ederim, bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider. Hem Alaturka dediğimiz makamlar Türklere ait değildir, Yunanlılardan, Acemlerden. Araplardan alınmıştır. Anadolu’nun asıl Türk köylerinde sez çalınırmış.”
Babası Abdülmecid’in ‘İçki düşkünlüğü’ bir yana, Abdülhamid de gençken içki içerdi.
Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi, Abdülhamid’in Tütüncübaşı’sı Ali Bey’den nakille, şöyle söylüyordu: “Abdülmecid merhum içkiye pek düşkündü, ‘İçki içmeyiniz, fena bir şeydir. Ben hazım için akşamları bir iki kadeh içerim siz de içerseniz o kadar içiniz’ dedi. Şehzadeler bunu müsaade manasına yordular. Bizim Efendi’nin de (Abdülhamid) içki takımlarını Beyoğlu’ndan tedarik ettik. Balat’ta bir Yahudi gayet güzel rakı çekermiş, onu bulduk. Hasırlılarla rakı da getirdik. Bundan biz hademeler daha ziyade memnunduk. Çünkü ala rakı içecektik. Bir gece dönerken Ketenci Hamamı civarında bizim efendi arabadan düştü, fakat bir şey olmadı. Ertesi gün bizi çağırdı, ‘İçki takımlarını kırın. Artık içmeyeceğim’ dedi. Hakikaten ondan sonra pek az içerdi. Bazı akşamlar hazım için bir iki kadeh rom içerdi.”
Bir son not: Alpay Kabacalı’nın yazdığı ve Denizbank’ın bastırdığı “Abdülhamid” adlı İngilizce kitapta da (2005) içki konusu geçiyor ve şöyle deniyor: “Abdülhamid alkollü içki içmeyi ve partilere katılmayı 25 yaşından sonra bıraktı, eşleri ve çocuklarıyla sarayda yaşayıp, su dışında hiçbir şey içmedi.”