İSTANBUL- Profesör İlber Ortaylı, Türkiye’de yanlış politikalar sonicu yokolup giden değerlerimizi ele aldığı yazıda turizmde tehlike çanları çaldığını bilirterek “Turizm kurtuluş yolu olamaz” dedi.
İlber Ortaylı şöyle devam etti: “Yapılan tahrip getirilen geliri karşılamaz ve zaten çok yakında paralı ya da parasız olsun turistlerin güzel tabiata, romantik tarihi eserler bölgesine yöneldiğini ve Türkiye’ye itibarın azaldığını göreceksiniz. 80 milyonluk ülkede turizm bir kurtuluş ve çıkış yolu olamaz. Ancak bir yan daldır. İyi yapıldığı takdirde sakinlerinin yaşam düzeyini ve zevkini geliştirir. Fakat bizimki öyle bir şey değildir. Çoğu otel yatırımcısı bir iki yıl sonra tesisini ona buna devretmek zorunda kalıyor. Çünkü anlamadıkları işlerle uğraşıyorlar.
Yok olup giden kıyılarımız
Son dönemin turizm politikası, İspanya’nın çoktan terk ettiği bir “kale turizm tesisleri”ne dönüşmüştü. Birileri gelip otel kuruyor, manzarayı kapatıyor, sıkılmadan kıyıları da kapatıp çeviriyor. İleriki Türkiye bugünkü gibi bilinçsiz olmayacak ve bu binalar yıkılacak. Fakat tahrip ettikleri tabiat o kadar çabuk düzelemeyecek.
Türkİye’nin üç taraflı denizlerle çevrili bir kara olduğu çok tekrarlanır. Bu tekrar ilkokul müfredatından başlayarak bütün hayatımızca benimsetilen bir mütearifedir ve çoğu zaman bizim denize karşı hoyrat davranışımızın da gerçek sebebidir.
Üç tarafımız denizle çevrilidir; sıradağların hükmettiği kuzey ve güney kıyılarının ortasında aslında bir “caldera”, dipsiz bir derinlik olması gerekir. Celâl Şengör ve arkadaşlarının teorisine göre jeolojik oluşumda bu bölgede, yeryüzü madenlerinin kaynayarak üste çıkması, çökerek soğuması ve tekrar kaynayarak üste çıkmasıyla oluşmuş bir yayla vardır.
Bu yayla Ukrayna ovaları gibi verimli değildir. Madenler bakımından zengindir ama kaliteli madenlerden çok, çeşit söz konusudur. Tarım bakımından şüphesiz Orta Asya steplerine benzer, İran’ın ortasındaki çöl mıntıkasıyla çok az ilgisi vardır fakat Balkanların verimliliği de söz konusu değildir. Yani dikkatle çalışılması, işlenmesi, yeraltı su kaynaklarının ölçülü kullanılması gerekir.
Sınırsız sandığımız kıyılar Ege adalarından hiçbirinin elimizde olmaması nedeniyle kıyı zenginliğimizin (uzunluğumuzun) sınırlılığını getirir. Bu sınırlılığı turizm sektörümüzün öncülerinden Mukadder Sezgin, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde çılgın turizmin, kıyılardaki binalaşma ve otelleşmesine karşı vurguladığı bir gerçektir. O günden beri çok az insanın zihninde yer eder, etmediği için de kıyılarımızın ne hale geldiği gördük.
GUDUBET OTELLERİN YÜKSELİŞİ
Türkiye koyları tıpkı İspanya gibi dikkat edilmesi gereken bir zenginliktedir. Her yerine rastgele bina yapamazsınız; yani Antalya’nın doğusundaki Belek denen bölgede pinus (fıstık çamı) ormanının yok edilmesiyle sözde görgüsüz golf sahalarını, kıyıları kapatan garip gudubet otellerin yükselmesiyle nasıl bir kirlilik meydana geldiği açıktır. Aynı kirlilik Batı Antalya’da da söz konusudur hatta başlamıştır.
Ege Bölgesi’nde ise bu tip yatırımlar hiç de o kadar imkân bulacak durumda değildir. Ege’nin su kaynakları kısıtlıdır. Artan nüfusu hesaba katarsak Türk milletinin denize girebilmesi, deniz tatili yapması için araziyi ve deniz kıyılarını çok dikkatli kullanmak gerektiği açıktır. Yani bu kıyılarda kitle turizme açık oteller yapılamaz. Birtakım insanların yılda 15-20 gün ancak kullanacakları yüksek binaların içinde geniş meskenler meydana getirilemez. İnsanların Ege Bölgesi kırsalındaki yapıları ancak mütevazı binalar ve mümkün mertebe kıyının dışında olmalıdır.
Zira bir tehlike daha var; Ege Bölgesi dünyanın en zengin ve kaliteli zeytin rezervlerine sahiptir. Dışarıda para biriktirip bunu da akıllarınca değerlendirmek için gelip Ege kıyılarında lüzumsuz yazlık binalar; daha doğrusu hücre apartmanlar satın alıp kıyıları berbat etmekten çok gurbetçi kişilerin bu vatana bir bağlılık duyuyorlarsa zeytinlikler almaları gerekir. Bu zeytinlikler onların mülkiyetinde olsun veya olmasın çok fark etmez ama zeytinlik olarak kalmalıdırlar. Orta Anadolu yaylalarının da bu dikkatli yerleşime konu olması gerekir.
Güneyde durum daha vahim. Bütün Akdeniz’in genişlikte galiba Po Ovası’nda sonra gelmesine rağmen en verimli ovası Çukurova artık zirai verimin düştüğü, plansız olarak kurulan sanayinin terkedilmesi dolayısıyla harabeye dönüşmüş kasabalar, şehirler Adana gibi korkunç bir metropolün işgal ettiği alandır. Türkiye’nin en verimli alanında bugün sanayi ve tarımsal sözde girişimleri, üst üste manasız dönüşüm tesisleri kuruyorlar. Yani çöpü dönüştüreceklermiş. Yurtdışından getirilip oraya atılan çöpler henüz Çukurovalılara vız geliyor ama İngiltere’de, Avrupa’da çoktan çevreciler her gün protesto gösterileri yapıyorlar. Türkiye sanayi ülkelerinin çöplüğü olacak bir ülke değildir. Aslında dünyanın hiçbir yerinde bu yapılmaz.
Son dönemin turizm politikası İspanya’nın çoktan terk ettiği bir “kale turizm tesisleri”ne dönüşmüştü. Devasa oteller, ne işe yaradığı belli olmayan camping alanlarının çoğu, tesisler iyi işlemediği için çöp furyası halinde. Ege ve Akdeniz şehirlerinin bu ani yazlık nüfus artışını karşılayamayan su kaynakları dolayısıyla hastalık tehlikesi artmış vaziyette görülüyor. Daha büyük bir kepazelik, düzeltileceği yerde anlayışsızlıkla devam ediyor. Adamların birileri gelip otel kuruyorlar, manzarayı kapatıyorlar, iç kısımlarla ardı ilkesini kesiyor. Sıkılmadan kıyıları da kapatıp çeviriyorlar. Bu manzara Türkiye’nin sosyal anlayış ve kanun nizamın uygulanması bakımından General Franco’nun İspanyası’ndan çok daha geride olduğunu gösterir. Çünkü General Franco kıyıları açık olarak bırakmıştı. Büyük oteller bile çok geride bina dikerdi, plajlar istifade için kendi markalı şezlonglarını bırakırlardı ama kıyılar herkese açıktı. Bu dün öyleydi, bugün de öyle. İspanya tabiatı ve kıyıları, bundan büyük ölçüde istifade etti.
Bizde ise bir yerde kurulan oteller Belek modelinde, Antalya Fenike modelinde ve Ege Bodrum modelinde olduğu gibi kıyıyı kapatan hapishaneler durumunda, hele birtakım yerlerde balık çiftliklerinin bulunması bilhassa körfezler bölgesi olan Ege’de kıyıların çok çabuk kirlenmesine neden oluyor. Bunların hiçbirinin durdurulması ve ayıklanması söz konusu olmuyor. İleriki Türkiye bugünkü gibi bilinçsiz olmayacak ve bu binalar yıkılacak. Fakat tahrip ettikleri tabiat o kadar çabuk düzelemeyecek. Ve biz yaşadığımız güzel ülkede bunalacağız, çevremiz kurumuş olacak, iklimimiz bile değişmiş olacak.
İstanbul bir kayıp göstergesi, İzmir Körfezi’nin hali bunun göstergesi... Zeytinlik dolu kıyılarda Marmara’nın en güzel yaşamını süren Türkler (bizim neslin gençliğinde bile) bugün orada nefes alamıyor. Oralardan otomobil ile geçmek bile çok zevksiz, tahammül edilmez bir manzara halinde.
TURİZM KURTULUŞ YOLU OLAMAZ
Yapılan tahrip getirilen geliri karşılamaz ve zaten çok yakında paralı ya da parasız olsun turistlerin güzel tabiata, romantik tarihi eserler bölgesine yöneldiğini ve Türkiye’ye itibarın azaldığını göreceksiniz. 80 milyonluk ülkede turizm bir kurtuluş ve çıkış yolu olamaz. Ancak bir yan daldır. İyi yapıldığı takdirde sakinlerinin yaşam düzeyini ve zevkini geliştirir. Fakat bizimki öyle bir şey değildir. Çoğu otel yatırımcısı bir iki yıl sonra tesisini ona buna devretmek zorunda kalıyor. Çünkü anlamadıkları işlerle uğraşıyorlar.
Kıyılara yapılan binaların bakımı son derece güç. İspanya’da binalar, “ghost town”; hayalet şehirlere döndü. Burada da geleceğin öyle olacağını söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz pazartesi günü “Kıyılar halkındır” diyerek bir araya gelip kıyıdaki yapılaşma ile plaj işletmelerini protesto eden grup, sahile havlu serip oturma eylemi yaptı.
Ayvalık Altınova’da halk ilk defa kıyıyı korumak için ayaklandı. Tatilciler için bunun tebrik edilecek bir davranış olduğunu söylemeyin. Aslında hiç de o kadar görülmemiş cesurane bir halk talebi değildir. Ama bizde her şey o kadar sükûnetle karşılanıyor ki bunun beni heyecanlandırdığını belirtmeliyim. Maalesef, turizme ve yazlıkçılara ilk defa açılan bu semtte ilk mütevazı kooperatiflerin ardından hemen otelciler ve lüks konutçular geldiler. Yüksek binalarla kıyıdaki rüzgârı, imbatı kestikleri gibi bir de oturup kıyıyı da kapatıyorlar. Bu iptidailik 21. yüzyıla hiç yakışmayacak bir şeydir. Çünkü 20. yüzyılda General Franco bile böyle bir girişim yaşatmamıştı.