“Vefa, milletin tarlasıdır.” (Voltaire)
Türkiye 12 Eylül askeri darbesini geride bırakıp normalleşmeye başlayınca 1983 yılında üç siyasi partiye izin verildi.
Kuruluşuna kerhen izin verilen Anavatan Partisi’nin lideri Turgut Özal Anadolu’yu adım adım gezerken Trabzon’a da geldi. Özal, daha önce pavyon olan binadaki ANAP İl Merkezi’ne gelince, Karadeniz Gazetesi adına sorduğum soruyu, “İthal ikamesi” dersine çevirip, tam 25 dakika beni sorduğuma pişman etmişti. Bina dışında çıktığımda ince bıyıklı, iyi giyimli bir adam, binek bir aracın bagajından Emin Çölaşan’ın “24 Ocak Kararları” kitabını dağıtıyordu. “Bana da bir kitap verir misiniz?” dedim. Tok bir sesle “Teşkilattan mısınız?” diye sordu. “Hayır, gazeteciyim” deyince kitaptan bana da bir tane verdi. İlk kez orada gördüğüm bu adamın kim olduğunu, ne iş yaptığını partililere sorunca şunları söylediler. “Aslen Rizeli. İstanbul’da zengin bir aile çocuğuymuş, Avrupa’da okumuş ve partinin propaganda işine bakıyormuş. Adı da Mesut Yılmaz’mış.” İlginç geldi.
Aradan bir süre geçti, seçim faaliyetleri yoğunluk kazandı. Bir gün “Ankara’dan Mesut Yılmaz arıyor” dediler. Mikrofonik sesiyle partisinin ilanlarının gazetede yayını konusunu görüştük ve gıyaben de olsa tanıştık. İlk yüz yüze karşılaşmamız seçim için Rize’ye gelişi nedeniyle oldu. Soğuk gibi görünen, ama sıcak gülen bu genç adam için memleketindeki siyaset ağalarının “Boşuna gelmesin, buradan oy moy alamaz” dediğini bildiğim için ne olacağını doğrusu ben de çok merak ediyordum. Gün geldi seçim yapıldı ve Özal’ın ANAP’ı tüm Türkiye’de olduğu gibi, Rize’de de ezici üstünlük sağladı.
O genç adam milletvekili olmuş, kibirli siyaset bezirganlarını yere sermişti.
Başarısında, Demokrat Partili olan ve Yassıada’da yargılanan amcası İzzet Akçal’ın da büyük bir katkısı vardı tabii. Bir sohbetimizde “Ailem ‘Ailemize bir kurban yeter’ düşüncesiyle kardeşim Turgut’u ticarete, beni de siyasete hazırladı” diyen Yılmaz’ın iyi bir hatip değilse de, çok başarılı bir müzakereci olduğunu İstanbul Erkek Lisesi’nden devre arkadaşı ve rakibi Rutkay Aziz’in televizyonda anlattığını hatırlıyorum.
1985’ın son günleriydi. Mesut Bey karlı bir günde Trabzon Havalimanı’na indi. Partisinin Rize İl Kongresi vardı, beni de oraya davet etti. Kabul ettim ve gittim.
Orada bana, yayın sorumlusu olduğum gazetemizle ilgili bazı sorular sordu.
Birkaç ay sonra Dışişleri Bakanlığı’ndan arandım. Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün bir düzenlemesi ile lisan ve mesleki eğitim için Londra’ya gideceğim söylendi. Aralarında mesleği halen daha sürdüren Şeref Oğuz, Vahap Munyar, Faruk Bildirici, Orhan Uğuroğlu ve 12 gazeteci arkadaşımızla Londra’ya gitmeden Mesut Bey bizleri kabul etti ve görevimizde başarılar diledi. Gazeteci Osman Ataman “Mesut Yılmaz” başlıklı son yazısında konuyu şöyle dile getirdi:
“Basından Sorumlu Devlet Bakanı olduğunda, yazarı olduğum Karadeniz Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü Musa Alioğlu’nu da ‘İngilizce öğrenimi için 6 aylığına Londra’ya gönderdiğinde, bunu bölgesine ağırlık vermesinin bir işareti olarak gördüm.” Bence de tam öyleydi.
Mesut Bey’le yolumuz Trabzonlu olan gazeteci arkadaşım Osman Ataman’ın
“Konuşan Türkiye” kampanyası ile bir başka konuyla ilgili olarak tekrar kesişti. Arkadaşlarıyla ‘Radyomu istiyorum” sloganıyla ülkeyi ayağa kaldıran Osman o günleri bu yazısında şöyle anlatıyordu:
“1994 Mayıs ayıydı. Anayasa değişmiş, Radyo TV Yasası çıkmış ve de partilerin adayları ile Radyo Televizyon Yüksek Kurul üyeleri seçilecekti. Benim Başkanı olduğum Radyo Televizyon Yayıncıları Birliği (Genel Sekreteri de Fatih Altaylı) olarak lobi yaparak kendi adaylarımızı seçtirme arzusundaydık. Her partiye, onlara da uyacak profilde kişiler öneriyorduk. (...)
Anavatan Partisi’ne de aday olarak Trabzonlu gazeteci Musa Alioğlu’nu önermek için Yönetim Kurulumuzdan karar çıkarttım. Musa, arkadaşımdı.
Fakat liyakati ve nitelikleri her açıdan çok uygundu. Gazeteci idi, Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şube Başkanıydı ve Hürriyet’te de o sırada etkin görevde idi. Önemlisi, Mesut Bey’in de sevdiği ve güvendiği bir kişiydi. Randevu aldık ve gittik. (...)
Mesut Bey, Musa’nın adını duyunca “Memnun oldum, ancak ben doğrudan Hürriyet’te çalışan birini önermem. Grupta oylama yapılacak, çalışın” dedi.
Musa, bu detayı o denli önemsemedi.
Sadece birkaç telefonla oy istedi. Ankara’ya dahi gelmedi. Ercan San 1 oy farkla Musa’nın önünde çıktı (32 – 31 )”
Osman beni arayıp da “Seni RTÜK için aday gösteriyoruz” deyince ben de bu işin nasıl olacağını hiç bilmiyordum.
Adımın aday olarak başta Hürriyet olmak üzere bazı gazetelerde çıkması üzerine “Kendisine rağmen asla aday olmayacağımı” söylemek için Mesut Bey’le buluştum. Gazete haberlerini hatırlattım. “Sizin onayınız olmadan aday olmam” dedim. “Çalış” dedi ve vedalaşıp ayrıldık. 20’yi aşkın ANAP milletvekiliyle konuşup, oy istedim. Oylama ANAP Meclis Gurubu’nda yapılsaydı kazanacaktım, nedense son anda bu seçim Başkanlık Divanı’nda yapılınca ağır toplar, ağır bastı ve ben seçimi kaybettim. Osman’ın da teyit ettiği gibi sonradan anladık ki, Oltan Sungurlu, teyzesinin oğlu eski TRT’ci Ercan San’ı RTÜK üyesi yapmak için, parti içindeki ağırlığını kullanıp beni saf dışı ettirmişti. Siyaset bu demekti.
Bu konu da böylece kapandı ve bitti.
3 Kasım 2002'deki genel seçimlerde, koalisyon ortağı üç partiden hiçbiri barajı geçemedi ve parlamentoya giremedi. Mesut Yılmaz, ANAP Genel Başkanlığı’ndan istifa ederek, aktif siyasi hayata tam beş yıl ara verdi.
2007 genel seçimlerinde yine Rize'den bağımsız milletvekili seçildi. Kimilerine göre yeniden ve bağımsız adaylığı, hakkındaki Meclis soruşturmaları ve Yüce Divan'a gönderilmesine bir yanıttı.
Meclis'te kürsüye çıkarak kendisiyle ilgili ihale yolsuzluğu iddialarına şöyle yanıt verdi: “1,5 sene başbakanlık yapıp, 3,5 sene denetlenen tek insan benim.
Benim hakkımda denetlenmedik dosya bırakmadınız. Hepinize teşekkür ediyorum. Sonuçta yine ben buradayım”.
Bu dönemde Mesut Bey’le senelerce bir temasım olmadı. Bağımsız milletvekilliği sona erince siyasi yaşamını, 2009'da ANAP-DYP birleşmesi ile oluşan Demokrat Parti'de, 2011'de noktaladı. Sonraları Almanya ve Avusturya’da bazı üniversitelerde konferanslar verdi, 15 Temmuz’u anlatıp ülkemizi savundu.
Hayatının dönüp noktası olan, oğlunun vefatından sonra Beykoz Konakları’na taziyeye gittiğimde, tanıdığım Mesut Bey gitmiş, saçları ağarmış yaşı kemale ermiş bir Mesut Bey Yılmaz görmüştüm.
O görüşmemizin son olacağını nereden bilebilirdim ki. Ama, evladını kaybeden bir babanın yaşayacağı ızdırabı ancak yaşayan bilebilirdi. YeniBirlik Gazetesi Sahibi Gazeteci Avni Özgürel’in dediği gibi “Mesut Yılmaz, oğlunu kaybettiği gün öldü”. Ölümüyle, Berna Hanım eşini, Hasan babacığını, Turgut Bey ağabeyini ben değerli bir büyüğümü, ama Türkiye önemli ve kaliteli bir devlet adamını Rize ise onurlu bir evladını kaybetmiş oldu.
Ben Mesut Bey’e olan vefa borcumu ancak bir Fatiha okuyarak ödeyebilirim.
Ama Türkiye’nin Mesut Yılmaz’a vefa borcu var. “Dağ başına havalimanı yaparak devleti zarara uğrattı” denilen Yılmaz’ın “Yapılsın” diyerek siyasi risk aldığı Sabiha Gökçen Havalimanı artık Avrupa’nın en büyük havalimanlarından biri olarak ülkemize döviz kazandırıyor. Rizelilerin de ona bir vefa borcu var. Bu borcu, Rize-Artvin Havalimanı’na adını vererek Menderes, Melen, Demirel gibi o da bir başbakan olarak memleketindeki havalimanında ebediyen yaşatılmalılar.
Başın sağ olsun Türkiye’m...