Yıllarca gazetecilik yaptıktan sonra Ayvalık’a yerleşen Şaziye Karlıklı’nın ilk kitabı ‘Benli Belkıs’ı okumamıştım. Gazeteci arkadaşım Nuray Mert hatırlatınca okumaya başladım. Ancak o kitabından önce yine Şaziye Karlıklı’nın “Türk Mata Hari’sinin Müthiş Hikayesi Emine Adalet” kitabını okuma fırsatım oldu.
Karlıklı’nın “Umarım Emine’yi seversin” diye imzaladığı kitabında, 1930’lu yıllarda hayatının en başarılı dönemini yaşamış bir Türk dansçının öyküsü var.
Doğrusu çok tanımıyordum. Kitabı biraz karıştırınca Emine Adalet’in daha önce karşıma çıktığını da hatırladım. 2002 yılında rahmetli gazeteci Yener Süsoy Hürriyet’te onunla ilgili Orhan Günşiray’ın bir röportajını yayımlamıştı ve o zaman beraber çalışıyorduk.
Mısır, Berlin, Paris, Viyana, New York gibi önemli merkezlerde dans ederek hayatını kazanmış, filmlerde oynamış, kendi ifadesine göre Avrupa’da televizyona çıkan ilk Türk olmuş. Ve ayrıca Alman Diktatörü Hitler ve İngiltere Kralı ile tanışıp, yine onlara dans etmiş.
Tüm bunları yirmili yaşlarında bir kadının başardığını unutmayın.
Ama sonra 2’nci Dünya Savaşı çıkınca ve Berlin’deki birkaç katlı evi bombardımanda yıkılınca, servetini kaybetmiş. Güçlükle Türkiye’ye kaçmış.
Emine Adalet’e Türk Mata Hari’si denmesinin nedeni ise Nazi Almanyası’nda kurduğu üst düzey ilişkiler nedeniyle aldığı bilgileri Türk makamlarına iletmek. Öyle ki, Naziler Fransa’yı işgal edeceklerini, 10 gün önceden Emine’ye anlatmışlar. Emine bunu Türk Konsolos’a iletince, bizimki “Emine seni de amma kandırmışlar, olmaz öyle şey” diye ciddiye almamış. Oysa bu istihbaratı konsolos ciddiye alsa Fransızlar’a bir şekilde haber verilse belki de 2. Dünya Savaşı’nın kaderi değişecek. Konsolos Ankara’ya bildirmiş ama onlar haberi kendilerine saklamışlar…
Kitapta Emine Adalet’in, bir başka istihbarat görevlisi aktör Orhan Günşiray’la ilgili bölümü çok ilginç. Orhan Günşiray, 2002 yılında Hürriyet’te gazeteci Yener Süsoy’a anlatıyor:
“Milli Emniyet'le münasebetim askerliğimi yaparken başladı. İstanbul teşkilatı, o zamanlar Vilayet'e giderken soldaki binadaydı, ben orada çalıştım. Sinemaya girdiğimde geçmişte orada görev yaptığımı bilen olmadı. 1951'de sonradan Türk Mata Hari'si denilen Adalet Pi adlı çok güzel dans eden esmer güzeli bir kadın İstanbul'a geldi. Bu korkunç kadın, Tepebaşı Cumhuriyet Gazinosu'nun barında çalışıyordu. Rus politikacılar, konsüller her gece 02'den sonra hem orada hem de kadının evinde toplanıyorlarmış. Kadın Tarlabaşı'nda kiraladığı bir evde oturuyordu. Milli Emniyet beni bu kadını takip etmekle görevlendirdi. Ben her gece çalıştığı yere gidiyorum, sonunda dost oldum. Nihayet aldım anahtarını, bizimkilere verdim, evde araştırmalar, gerekenler yapıldı. Bir gece yine Adalet'ten evime dönmüştüm, yavaşça odama girip soyunuyordum. Tam pantolonumu indirmiştim ki, birdenbire ışık yandı, karım karşımda. Tam rezalet, çünkü donumu Adalet'te unuttuğum için alt tarafım çırılçıplaktı. Karım çığlık atıp lanetler okuyarak çekip gitti. Benim bu işe verildiğimi sadece kayınpederim biliyordu. Sonra kızına bunun bir iş olduğunu, karışmamasını söylemiş. Karım da ‘‘Baba ne biçim bir iş bu, eve donsuz geliyor’’ demiş. Donsuz geldiysem ne çıkar birader, mal duruyor yerinde, sen ona bak.”
(“Mala bak” ifadesinin bizzat Orhan Günşiray’a ait olduğunu hatırlatmalıyım.)
Karlıklı’nın kitabından anlıyoruz ki, Avrupa’da kendini kanıtlayan bir Türk kadını maalesef ülkesinde aynı takdiri görmemiş.
Yine kitaba göre Emine Adalet 2. Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’ye dönüp hayal kırıklığına uğradıktan sonra şöyle demişti:
“Türkiye artistlerin ve sanatkarların mezarlığıdır.”
Pek haksız sayılmaz…
***
ALPASLAN TÜRKEŞ VE MEDYA TAHAMMÜLÜ
Bir gazeteci dostum anlattı. 12 Eylül döneminde tutuklu olan MHP’nin efsane Başbuğu Alpaslan Türkeş cezaevinden tahliye edildiği gün kendisi için arkadaşlarının deyimiyle bir ‘Toy’ düzenlenmiş. Dostları, arkadaşları ve ülküdaşları Türkeş’in tahliyesini bu ‘toy’da birlikte kutlamışlar.
Kutlamada pek çok gazeteci de varmış. Türkeş gazetecilerin önüne geldiğinde, dönemin Cumhuriyet muhabiri cebinden kâğıt çıkarıp peş peşe üç soru sormuş. Sorular muhtemelen gazete haber merkezinde hazırlanmış ve Türkeş’in pek hoşlanmayacağı türden sorularmış.
Türkeş ilk soruya, “Bu konuda konuşmak istemiyorum” demiş.
Cumhuriyet muhabiri ikincisini okumuş, Türkeş, “Bu soruyu da geçelim” demiş.
Muhabir üçüncüyü sormuş, Türkeş “Buna da yanıt vermek istemiyorum” demiş ve susmuş.
Bunun üzerine Cumhuriyet muhabiri, “Ama böyle de olmaz ki, hiçbir soruya yanıt vermediniz!” diye çıkışmış.
Türkeş “Hadi, hadi siz yemeğinizi yiyin” diyerek gazetecilerin önünden ayrılmış. Bu ilginç anıyı anlatan dostum şöyle dedi:
“Düşün ki Türkeş Başbuğ’du, bir hareketi ile bizi salondan attırması an meselesiydi, ‘Yemeğinizi yiyin’ diyerek çekti gitti. Basına bu kadar tahammüllüydü.”