22 Aralık 2024
  • İstanbul6°C
  • Ankara3°C
  • Antalya14°C

PARALEL HAKSIZLIKLAR VE GERÇEKLER

Sefa İnan

17 Haziran 2014 Salı 10:01

Bildiğiniz üzere; “Güle Güle” ile başlayan dördüncü yazım. “Güle Güle Ali Bey”- “Güle Güle Candan Bey”-“Güle Güle Ayçin Bey” başlıklı yazılarımı hatırlarsınız. Bu tür yazılarda “Ölenle gidenin ardından konuşulmaz” mantığı doğrultusunda kinayeli veya övgü dolu bazı cümleler kullanırken, yazımın kişilik haklarını incitmemesine özen gösteririm…

Kısaca, ”Oh olsun” tarzında cümleleri bana yakışmayacağından, kullanmam.

Bu tür yazıları, genelde en üst mevkilerde görev yapanlara yönelik yazarım. Çünkü; iş hayatında işleyen hiyerarşik düzen gereği, emirlerin üstten alta gittiğini ve bu emirlerin, yanlışlıklarının alt yöneticide patladığını çok iyi bilirim. Çalışanlar ise, işlerine gelmeyen uygulamaları ve alınan kararları, sanki kendi amiri almış gibi tepkilerini ona yöneltirler. Hâlbuki, emir büyük yerden olduğundan; tepki koydukları yöneticinin o verilen emri istese de istemese de uygulamak zorunda kalmakta olduğunu düşünmezler. Emri uygulamak zorunda olan yöneticinin yapacağı iki şey vardır; ya yanlış olduğunu bile bile uygular, ya da ceketini alır çeker gider. (Bu tür yöneticiyi, yani, ceketini alıp giden yöneticiyi ben görmedim…)

Bu işleyiş tarzını çok iyi bildiğimden, yazılarımda muhatap olarak hep üst mevkilerdeki kişiler vardır. THY’yi eleştireceğim zaman; Temel Kotil değil, Hamdi Topçu ismini kullanmamın nedeni budur. ( Aslında şirketi genel müdür yönetir, ama THY’de farklı uygulama var.)

Bir yanlış varsa önce en üste bakmakta fayda var. Alt yönetici kalkıp ta; “Bana verilen emir bu. Aslında ben de karşıyım ama…” diyemeyeceğine göre, çalışan kesimin tüm okları kendi ilk amirine yönelir. Örneğin; araç gereç yetersizse, ilk amir sanki araç, gereç ihtiyacını yukarıya iletmemiş gibi suçlanır. Üst makamın araç gereci geciktirmesi veya kabul etmemesi, her nedense alt yöneticiye patlar. Alt yönetici olmanın kaderi budur. Emir kulu olmak zordur.

İşe girmek kadar, işten ayrılmak da her zaman olağandır. Bu ayrılık yüz kızartıcı bir nedenle olmamışsa, idari bir karar olarak görülür. Her ne kadar Mehmet Beyin genel müdür emrine çekildiği işten çıkartılmadığı söylense de, bu karar aslında bir kızağa çekiliş olduğundan, onur kırıcıdır. Bu kararın bildirilmesi durumunda, ilgili kişi tası, tarağı toplar ve gider.

Ali Bey, Candan Bey, Atilay Bey’e güle güle yazdıktan sonraki ilk “Güle Güle” yazımın Hamdi Topçu Bey olması gerekirdi. Ancak, bu sefer kendine yanlış yapıldığına inandığım ve sizlere de sunduğum gerçeklerle inandırabileceğimi düşündüğüm Mehmet Bey’e kısmet oldu. Ancak bu güle güle kinaye içermemektedir.

Birilerinin Mehmet Beyin aile bireylerinden birine kızıp acısını ondan çıkartması kadar yanlış bir uygulama olamaz. Ne yapana ve ne de yaptırana yakışmaz. Bu görevden alma olayı aynı kan davası gibi yürütülüyor. Mesela, size gücü yetmeyen birinin oğlunuzu sıkıştırıp dövmesi gibi yanlış bir uygulamadır.

sefainan1_32.jpg

Konuyu açıp bakalım. Önce mağdur kimdir ona bakıp değerlendirmeyi size yakışan üslupla birlikte yaparız.

Mehmet Yılmaz 1987 yılında THY’de işe başlamıştı. İlk geldiği günü hatırlarım. Mehmet Bey THY’nin koşullarını beğenmeyip, özel şirketlere geçen teknisyenler gibi, 1997 yılında Air Alfa’dan aldığı öneriye sıcak bakıp oraya geçmiş ve Air Alfa’da 2002 yılına kadar çalışmıştır. Air Alfa’dan sonra bir senelik bir OREX kargo çalışması vardı diye hatırlıyorum. Sonuçta THY’nin isteği üzerine 2003 yılında geri dönüş yapmış ve bugüne kadar başarılı bir iş hayatı olmuş, mühendis bir arkadaşımızdır. Tepeden inme değildir. Hat Bakım Nöbetçi Müdür Yardımcılığı, Uçak Revizyonda müdürlük, Uçak Bakım Başkanlığı ve son olarak da Hat Bakım Başkanlığı yapmıştı.

Birlikte kurslara gittiğimiz ve aynı hangarda çalıştığımız dönemler olmuştur. Son derece espritüel ve kıvrak zekâlı olmasının yanı sıra, farklı fikirlere, eleştirilere açık bir yapısı vardır. Kin tutma özelliği olmayan, mütevazi bir yaşam sürdüren biri.

Mehmet Yılmaz’ı daha iyi tanıyacağınız ve onu daha çok takdir edeceğinizden kuşku duymadığım bir anımı anlatmak istiyorum:

2006 yılıydı. Ben emekliliğimle birlikte UTED başkanlığını bırakmış ve her sene gitmek durumunda kaldığım Avşa adasındaki mütevazı aile motelimizde bir gün cep telefonum çaldı. Karşımda Mehmet Yılmaz Bey vardı ve “selam” ve “nasılsınız” faslından sonra, neden aradığını söyledi. Bildiğiniz üzere, ben THY’de çalışırken uçak teknisyenlerinin ilgili vergi davasını kazanmış ve Maliye Bakanlığı, kazandığım bu davayı Danıştay nezdinde temyiz etmişti. Sonuçta, Danıştay mahkemenin verdiği (benim lehime olan) kararı onayladı ve beş sene geriye dönük vergilerimi almaya hak kazanmıştım. Hatırladığım kadarı ile 55-60 bin lira arası vergi iadesi aldığım kesinleştiğinde, binlerce teknisyen ve bazı mühendisler, benimle aynı koşulları taşıdıkları gerekçesi ile kazandığım davayı emsal göstererek işleme başlamışlardı. Sonuçta, onlar da benim kazandığım davayı emsal gösterip mahkemeler ve Danıştay nezdinde geriye dönük beş sene vergi iadelerini almaya başlamışlardı. Binlerce teknisyen ve mühendis, Maliye’den ortalama 100 trilyon civarı (Bugünün parası ile 100 milyon TL) almaya hak kazanmışlardı. Binlerce meslektaşım bu paralarla ev aldı, araba aldı.

UTED’in bu davaya bakan avukatına UTED üyesi dışında dava aldırmadığımızdan UTED üyesi olmayan arkadaşlar farklı avukatlar eşliğinde birer birer bu davayı kazanmışlardır. Sonuçta her mahkeme emsale bakar ve emsaldeki vasıflara uygun olan diğer davacılara da aynı hakları verir. Bu konu çok uzun olduğundan kısa kesip konuyu Mehmet Beyin beni neden aradığına getirdiğimizde; Mehmet Beyin beni arama nedeni, helallik almakmış… Şaşırdım kaldım.

“Mehmet Bey, bankanın önünde olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu parayı devlet size yatırmış benimle ilgisini anlayamadım, güle güle harcayın!” dedim. “Hayır, Sefa Bey, bu konu ile ilgili senelerdir verdiğiniz emek adına helalleşmek istiyorum” dediğinde, kulaklarıma inanamadım. Mehmet Bey’e, emeğimi helal etmiyorum desem parayı almaz mısın diye şakadan takıldığımda ise, “kesinlikle almam ve banka kapısından geri dönerim” diyen gerçek bir Müslüman…

Mehmet Bey bu kadar duyarlı davranırken, davayı takip ettiğim zamanlarda, “Bırakın bu işleri Sefa Bey. Olmayacak iş için boşuna uğraşıp milleti kışkırtıyorsunuz” diyerek, suçlama getirmenin yanı sıra mahkemede işim olduğunda türlü bahanelerle izin vermemeye çalışan müdürüm de bu parayı ilk alanlardan biriydi( ismi bende mahfuz bu kişi bu yazıyı okuyor. arzu ederse kendini tanıtır)

Sonuçta; bu konuşma beni çok etkilemiştir. İnsan gibi insan, dinin gereklerine uyan Müslüman olmak bu olsa gerek. İşte, Mehmet Yılmaz Bey böyle bir insandır.

Gelelim Mehmet Beyin merkeze çekilip işi bıraktırılması rezaletine;

Mehmet Beyin erkek kardeşi, Fatih Üniversitesinde doçentlik yapan bir akademisyen olmasının yanı sıra, Today’s Zaman’da yazarlık yapıyor. Bir çok TV’lerdeki tartışma programlarında ve yazılarında Başbakan’a verip veriştiren biri. Şöyle düşünelim; Siz bir karşıt gazetecisiniz ve kardeşiniz bir şirkette siyasetten uzak, işini yapıyor. Size kızıyorlar ama, bir şey yapamayıp bunun acısını abinizden çıkartılmasına ne dersiniz? Evet, Evet aynı ben de sizin içinizden geçirdiğinizi söylüyorum işte…

Bu akademisyenin ağabeyi olmak, Mehmet Beyi paralel yapıya sokmalı mı? THY’nin bugünkü yönetimi nasıl şekillenmişti? Bileniniz var mı? THY herhangi ticari şirketlerimizden biri olup, özel şirket statüsünde yer alıyor. Kişinin işine bakın, işine… Doğru çalışıyor ve şirketine zarar verecek bir davranışta bulunmuyorsa, neden görevden alırsınız? Bırakın çalışsın be kardeşim. Kan davası mı bu? Kan davasına bile karşıyken bu yapılanın ondan farkı nedir? Bu ne kindir yahu…

Hem bir kişinin siyasi düşüncesi ve hangi bir cemaate üye olup olmaması sadece kendini bağlar. Mesela bir çok baba, oğul veya abi kardeş vardır ki aynı fikirde değillerdir. Şimdi “F” tipi cemaatçiler anında yön değiştirip “S” tipimi olacaklar göreceğiz. İşinden olmamak adına her dönem bukalemun gibi ortamın rengine uyar oldular.

Bırakın bu cemaat işlerini işinize yoğunlaşın. Örneğin;Teknik A.Ş de bir dolu deneyimli eleman kaybetmenize rağmen hala bu yanlışlara devam etmeniz akla ziyan.16 Mayıs’ta çoğu Fatih Üniversitesi mezunu diye 40 a yakın kişiyi işten çıkardınız. Neden aldınız neden çıkarttınız? Koca koca adamlar oyun mu oynuyorsunuz? Unutmayın büyük patron hissedarlarınızdır. İşe alıp eğitiyor, onları bir yerlere atayarak masraflar yapmanıza rağmen ortada suya sabuna dokunan bir şey olmamasına rağmen kapı dışarı atıyorsunuz. Siz nasıl yönetim kurulusunuz?

Fatih Üniversitesi ülkemizin mevcut durumda legal bir üniversitesidir. Üniversiteyi de kapattırmak için YÖK e başvurdunuz mu? Yarın bir başkası gelip Boğaziçi ve Teknik Üniversite mezunlarını çıkartmaya kalksa şimdiki duruma tepki veremezken ona nasıl vereceksiniz? Ülke olarak nereye gidiyoruz farkında mısınız?

THY sonuçta ticari bir şirkettir. Ticari bir şirkette, öncelikle yapılan iş önemli olmalı. Bu kişi görevini layıkı ile yapabiliyor mu, yapamıyor mu? Yapıyorsa ne fikirde olursa olsun işini aksatmadığı takdirde görüş ve düşüncelerinde özgür olmalıdır. Ayrıca bu bir kan davası değildir. Kardeşle takış abisini görevden al. Abisi yoksa çocuğunu süründür. Bu nasıl iştir yahu.

Siz değerli okurlarım ve yorumcular;

Çalışırken yüzüne söyleyemediğim bir cümleyi veya eleştiriyi, gittikten sonra ardından söylemeyi veya yazmayı etik bulmam. Geçen haftaki yazımda, verimsizlik mektubu alıp da THY tarihinde bir kişi hariç hepsi işten çıkartılmıştır cümlesini yazdığımı hatırlarsınız. Bu bir kişinin ben olduğumu gerek görmediğimden yazmamıştım. Ancak şimdi vereceğim yaşanmış bir örnek olduğundan bu kişinin ben olduğumu söylemem gerekiyor.

Bakın bakalım gerçek yaşanmış olaya;

Verimsizlik adı altında sizden savunma istenmesi sadece sıradan ve sonu belli bir işten çıkartma işleminin ilk adımıdır. Size verimsiz mektubu geldiğinde yapacağınız iki işlemden biri, emekliliğiniz doldu ise emekliliğinizi istemek, diğeri ise verimsizliğinizi öne süren işverene verimsizliği kabul etmeyen savunmanızı yollamaktır. Şimdiye kadar verilen savunmalardan pek sonuç alın(a)mamıştır. Ama ben; emekliliğim dolmuş olmasına rağmen bunun onur kırıcı bir mektup olması nedeniyle kabul etmeyerek, zehir zemberek bir savunma yazmış ve cevabı beklemeye başlamıştım.(Size cevap verilmesi gerekiyor ve bunun yönetmelikle belirlenmiş bir süreci var…)

2005 yılının ortalarında, benimle birlikte kendilerine verimsizlik mektubu gelen bir çok arkadaşım oldu. (Cahit Yurtsever, Erdoğan Başyiğit ve isimlerini hatırlayamadığım bir çok kişi…) Bu arkadaşlarımın ve benim emekliliğimiz dolmuştu. Bu sistem çerçevesinde; ya işverenin verimsiz iddiasına karşı savunma verirsin veya emekliliğini ister atılmaktan kurtulursun. Bu arkadaşlarım; “Verimsiz” iddiasından sonra, kendilerini savunmayıp (bir nevi iddiayı kabullenerek!) emekliliklerini istediler, yani; emekliliklerini istemek zorunda bırakıldılar. Aramızda tartıştık ve bir tek ben “Verimsizliği kabul etmeyeceğimi, savunma vereceğimi ve kabul edilmezse atılarak gitmeyi daha mantıklı bulduğumu” söyledim ve emekliliğimi istemedim. (Bu verimsizlik iddiası, Maliye Bakanlığı aleyhine açtığım dava aşamasında yaşanıyor. Dikkat! )

Hala sıklıkla görüştüğüm Cahit Yurtsever ve Erdoğan Başyiğit arkadaşlarım; “biz emekliliğimizi isteyeceğiz” dediler. Tabii ki bu onların görüşü ve saygı duymamak mümkün değil.

Sonuçta;

Temel Kotil Bey ve o zamanki Genel Müdür Yardımcısı Orhan İkiz, verimsizlik nedenli zorunlu emekliliğini istemiş olanlara jest olsun diye, bir kokteyl düzenlemeye karar vermişler ve bu davete aileleri ile birlikte gelinmesini istemişlerdi. Kimisi eşini aldı geldi, kimisi çocuğunu, kimisi ise yalnız gelmişti. Benim konumum ise farklıydı. Çünkü ben emekliliğimi istememenin yanı sıra hiç bir sağlam gerekçesi olmayan verimsizlik iddiasına karşı sert bir savunma yazmış ve THY yönetiminin cevabını bekleme aşamasındaydım.

Cahit Yurtsever bana döndü ve “başkan bizi yalnız bıraktın” dedi. Ben de onlara; “emekliliğinizi istemeyin, savunun kendinizi!” diye sataşırken, Cahit bana dönerek; “Başkan, sen hala UTED başkanısın ve bu yapılanlara tepki koymak adına o toplantıya gelmelisin” dedi. Tabii ki haklıydı. Başkanlığın bu tür riskleri olduğunu bile bile bu görevi kabul edip kaçmak olmazdı. Zoraki emekli edilmek için verimsizlik mektubu yollananların çoğu üyemizdi.

“Tamam, yanınızda olacağım!” dedim.

Çok iyi hazırlanmış bu veda partisinde Temel Bey, Genel Müdür Yardımcısı Orhan İkiz Bey ve diğer yöneticiler hazırdı. Tabii ki Temel Beyimiz konuşmasını yaptı ve “şimdi de emekli olan arkadaşların duygularını alalım” dedi. Cahit ve Erdoğan bana dönerek, “Sefa Başkan, sen UTED’in başkanı olarak bizim duygularımızı seslendirir misin” dediler. Ben de Temel Bey’den izin isteyerek kürsüye çıktım ve bu yapılanların yanlışlığını, 30 sene şirkete emek vermiş insanların çalışma arkadaşlarının yanında kendilerine verilen VERiMSİZLİK mektupları ile onurları ile oynandığını ve bunun yakışıksız bir davranış biçimi olduğunu söylediğimde, konuşma yaptığım kürsünün yanında duran Genel Müdür Yardımcısı Orhan İkiz Bey, kürsüye saldırarak(!) elimden mikrofonu almaya kalkıştı.

Ben mikrofonu vermiyordum, Orhan Bey konuşmamı kesmeye çalışırken, Temel Beyin sesi yükseldi: “Orhan Bey, bırakın Sefa Bey ne söyleyecekse söylesin” dedi. Orhan Bey emri alınca geriye çekildi ve ben spontane konuşmama devam ederek, aileleri ile gelen ve zorunlu emekli olan arkadaşlarımın gerçek duygularını seslendirip kürsüden indim.

Bu konuşma verimsizlik iddiasına karşın savunma verip sonucunu beklediğim günlerde yapılmıştır.

Bu anımı yazmamın nedeni, her ne olursa olsun tarafınıza haksızlık ve onur kırıcı bir eylem yapıldığında, mücadele etmelisiniz. Yöneticilerin arkasından konuşmaktansa yüzlerine bunu söyleyebilmelisiniz. Bu nedenle yazdıklarım ile yüzlerine söylediklerim aynı olduğundan, bu köşemde onları eleştirebiliyorum. Tabii ki bana yakışan üslup çerçevesinde…

Sonuç olarak;

Bu konuşmaya rağmen savunmam uygun görülmüş olsa gerek ki, cevap verilmediğinden, THY’nin yolladığı Verimsizlik iddiası düşmüş oldu!

Değerli genç kardeşlerim;

İş hayatında her zaman riskler vardır. Önemli olan kendinize saygınızı yitirmeden bu süreci tamamlamaktır. Bu nedenle birinin yüzüne doğrudan söyleyemediğiniz bir sözü, arkasından da söylemeyiniz ve isimsiz yorumlarla hakaret etmeyiniz. Mehmet Bey örneğinde olduğu gibi, kardeşinin görüşleri nedeniyle işten el çektirilen kişilere bir de siz, neyin ne olduğunu tam bilmeden, vurmayınız. Ancak yine de, karşı tarafa illa da laf atacaksanız, o kişinin de kişilik haklarına saygı gereği en azından isminizi yazmalısınız. İsim yazın ki o kişi sizin kim olduğunuzu bilerek cevap hakkını kullansın veya arayıp sizinle konuşsun.

Yani size yapılan bir yanlış varsa, sonu ne olursa olsun, onu yöneticinizin yüzüne söyleyememişseniz, giden yöneticin ardından ona kişisel vurmak yanlış ve ayıp olur. Ancak ben yorumumda kullandığım sözleri onun yüzüne de söyledim diyorsanız sizi takdir eder ve kınamam.

Ölenle, gidenin arkasından konuşulmaz denir ya… Şimdi siz bana “Sefa Bey, bırakın ölenle gidenin arkasından konuşulup konuşulmayacağını, yere düşürülmüş ve etkisiz hale gelmiş kişiye bile vuranlar var” diyenleriniz de çıkabilir. Bunlara ne diyeceksiniz diye soru sorarsanız, Bunlar insan, hayvan ve bitki sınıfına bile girmeyeceğinden, yorum bile yapamıyorum. Lütfen mazur görün.