Yedi yıl önce bu blogda yayınlanan ‘Kapitalizmin Sonu mu Geliyor?’ başlıklı yazımda şöyle yazmıştım: “Kapitalizmin artık bütün dünyayı kapsaması, devre dışında kalıp da krizi dengeleyebilecek ekonomi bulunmadığını bize gösteriyor. İşte bu yüzden küresel kriz bir döngüsel krize dönüşebilme potansiyeline sahip bulunuyor. Eğer böyle bir döngüsel krize dönüşürse içinden çıkılmaz bir hal alabilir, büyüdükçe, yaygınlaştıkça esnekliğini kaybeden kapitalizm ilk kez çökme olasılığına yakın bir görünüm içinde bulunuyor.”
Bugün küresel krizin üçüncü aşamasındayız ve önceki yıllarda sistemi dengeleyen gelişmekte olan ekonomiler de krizin içine girmiş durumdalar.
Gelişmiş Ekonomilerin Durumu Çok Sıkıntılı
Gelişmiş ekonomiler, küresel krizle birlikte girdikleri sıkıntılardan aradan 14 yıl geçmesine, para arzını inanılmaz düzeylere çıkarmalarına, bütçeden ekonomiye büyük destekler vererek borç yüklerini neredeyse taşınamayacak düzeye getirmelerine karşın çıkamadıkları gibi bugün daha da zor durumda görünüyorlar. Aşağıdaki tablo gelişmiş ekonomilerin en büyüklerinin bugünkü göstergelerini gösteriyor (kaynak: https://tradingeconomics.com/ )
Büyüme verilerine bakarsak Birleşik Krallık, ABD, Avustralya, Güney Kore ve Kanada dışındaki ülkelerde stagflasyona neredeyse girilmiş hatta bazılarında resesyonun eşiğine gelinmiş olduğunu görebiliriz. Japonya dışındaki bütün ülkelerde, özellikle İspanya, ABD, İtalya, Kanada ve Almanya’da enflasyon denetimden çıkma aşamasında görünüyor. Gelişmiş ülkeler bir yıl öncesine kadar para bastıkları halde enflasyon yaşamamanın rahatlığı içindeydiler. Bugün görünüm tamamen değişmiş bulunuyor. Rezerv para basarak ihraç ettikleri paralarla gelişmekte olan ülkelerden para kazanıp onlara yıktıkları enflasyon artık geri dönüyor. Gelişmiş ekonomiler bugün artık büyüme mi enflasyon mu seçeneğiyle karşı karşıyalar. Parasal sıkılaştırmaya gitmezler ve faizi artırmazlarsa enflasyon yükselecek, parasal sıkılaştırmaya gidip faizi artırırlarsa büyüme düşecek hatta küçülme (resesyon) gelecek.
Gelişmiş ülkeler, işsizlik konusunda bugün itibarıyla nispeten rahat görünüyorlar ama eğer parasal sıkılaştırma ve faiz artışına girerlerse düşen büyümeyle birlikte işsizlik oranları da kaçınılmaz şekilde artacak.
Gelişmiş ekonomilerin bütçe dengeleri tam anlamıyla bir faciayı yansıtıyor. Genellikle tavan olarak kabul edilen yüzde 3’lük Maastricht kriterini tutturabilen gelişmiş ülke yok. ABD, Birleşik Krallık ve İspanya tarihi rekor düzeyindeler. İdeale en yakın durumda Almanya görünüyor. Özellikle salgın döneminde yapılan yüksek kamu harcamaları, vergi indirimleriyle bütçeler tamamen dağılmış bulunuyor. Buna karşılık ABD ve Birleşik Krallık dışında cari açık sorunu olan gelişmiş ülke yok.
Küresel krizin yarattığı ağır tahribatı en açık biçimde yansıtan gösterge kuşkusuz kamu borç yükü (kamu kesimi borç stoku / GSYH.) Avustralya ve Güney Kore’yi (belki Almanya’yı da) hariç tutarsak bütün gelişmiş ekonomilerin tam anlamıyla bir kamu kesimi borçluluk batağında olduğunu görebiliriz. Bu durum artık borç alarak sistemi ayakta tutma olanağının tükendiğini gösteriyor. 1980’lerde büyük sorunlar yaratmaya başlamış olan Latin Amerika ekonomilerinin borç sorununu çözmek için uygulamaya konulan Braddy Planı’nın üzerinden 40 yıla yakın süre geçtikten sonra gelişmiş ekonomilerin kurtarılması gereken ülkeler durumuna düşmüş olması ironik bir durum.
Gelişmekte Olan Ülkelerde de Sıkıntı Büyüyor
Küresel krize girildikten itibaren ABD, Euro Bölgesi, Japonya ve Birleşik Krallık faiz düşürmeye ve parasal gevşemeye yöneldiler. Bu yolla ekonomilerini canlı tutmayı hedeflediler. Bu yaklaşımın en büyük riski enflasyonun alıp başını gitmesiydi. Bu sorunu da sermaye hareketlerinin serbestliğiyle aştılar. Artırdıkları para arzı içeride kullanılmadı, yatırım fonları aracılığıyla daha fazla faiz geliri elde etmek amacıyla yüksek getiri veren gelişmekte olan ülkelere yöneldi. Böylece enflasyonun gelişmiş ülkeleri etkilemesi engellenmiş oldu. Zaman içinde ekonomiler düzelince parasal sıkılaştırma ve faiz artırımlarıyla yavaş yavaş para arzının azaltılması planlanmıştı. Covid 19 salgını bu planları alt üst ettiği gibi gelişmekte olan ülkelerin de ağır darbeler almasına ve sıkıntı içine yuvarlanmasına yol açtı. Aşağıdaki tablo gelişmekte olan ülkelerin en büyüklerinin bugünkü göstergelerini sergiliyor (kaynak: https://tradingeconomics.com/ )
Suudi Arabistan, Türkiye ve Endonezya dışında gelişmekte olan ülkeler büyüme ivmelerini kaybetmiş görünüyorlar. Özellikle bir zamanlar yüzde 10’un üzerinde büyüyen Çin’in stagflasyona girmiş olması küresel sistem için ciddi bir sorun. Birçok alanda dünyanın adeta üretim deposu konumundaki Çin’in bu düşüşü bütün küresel sistemi tehdit ediyor. Her ne kadar yüzde 4,1 büyüyor görünse de bu oran Hindistan için oldukça düşük kabul edilebilecek bir oran.
Enflasyon oranlarına bakarsak orada durum daha karışık bir görünüm veriyor. Suudi Arabistan, Çin ve Endonezya enflasyonda sorunsuz görünüyorlar. Buna karşılık Türkiye ve İran hiperenflasyona doğru ilerliyor. Rusya, savaş başladıktan sonra yüzde 20’ye yaklaşan enflasyonu merkez bankasının faizi yüzde 20’ye çıkarmasıyla aşağıya döndürmeyi başardı.
İşsizlikte Alışılmış yüksek işsizlik sorunu olan Güney Afrika ile Türkiye sorunlu görünüyor olsa da büyümedeki düşüşlerin devam etmesi halinde bütün ülkelerde işsizlik sorun olmaya başlayacak.
Bütçe açığının en ciddi boyuta yükseldiği ülkeler Suudi Arabistan, İran, Hindistan ve Güney Afrika. İran’ın ambargo nedeniyle petrolünü rahat satamamasına karşılık Suudi Arabistan’ın sahip olduğu büyük petrol rezervine ve petrol fiyatlarının yükselmiş olmasına karşın nasıl bu kadar bütçe açığı verdiği sorusunun yanıtını bulmak kolay değil.
Gelişmekte olan ülkeler açısından belki de en sorunsuz kalen cari denge. Rusya, Güney Afrika, Meksika, Çin ve Endonezya cari fazla, diğerleri cari açık veriyor.
Kamu borç yükü için yüzde 60’lık tavanı (Maastricht kriteri) doğru eşik kabul edersek sorunlu olan ülkeler; Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Çin olarak karşımıza çıkıyor.
Özetle söylememiz gerekirse gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeler kadar olmasa da artık ciddi sıkıntılar içine girmeye doğru hızla ilerliyorlar.
Küresel Krizden Sonra Gelişen Olaylar: Salgının Yarattığı Sorunlar, Tedarik Zincirinde Kırılmalar, Enerji Fiyatlarında Artışlar
2008’de ABD’de önce finansal kriz olarak başlayan sonra reel kesime de yayılarak küreselleşen kriz bütün dünyada ciddi ekonomik sorunlar ortaya çıktı. Bu sorunlar gelişmiş ülkelerin para arzını artırarak yani parasal genişleme ve düşük faiz yaklaşımıyla çözülmeye çalışıldı. Enflasyon yaratmadığı sürece bu yaklaşım başarılı göründü. Ne var ki basılan paraları geri çekmeye fırsat kalmadan bir seri sıkıntı daha ortaya çıktı ve enflasyon yaratan süreç başladı.
2020 yılında Çin’de başlayıp bütün dünyaya yayılan Covid 19 salgınıyla birlikte bu kez tedarik zinciri kırılması sorunu ortaya çıktı. Tedarik zinciri, ürünün üreticiden, toptancıya, oradan dağıtıcıya/ perakendeciye ve sonunda da tüketiciye ulaşmasını kapsayan sürece verilen addır. Bu zincirin görünmeyen parçaları arasında ürünün satış süreci, stok yönetimi, malzeme satın alınması, dağıtım sürecinin planlanması ve müşterilere sunulan hizmetler de yer alır. Bu zincirde Covid 19 salgınıyla birlikte ortaya çıkan aksamalar; ürünün talep edildiği yerde sunulamamasından, yani arz yetersizliğinden ürünün fiyatının artmasına hatta kalitesinin düşmesine kadar birçok soruna neden oldu. Emtia fiyatlarında görülen büyük sıçramalarda bu kırılmanın önemli etkisi bulunuyor.
Petrol ve doğalgaz başta olmak üzere bütün enerji kaynaklarının fiyatlarında dönem boyunca yaşanan inişler ve çıkışlar Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmek üzere giriştiği savaşla birlikte ciddi artışlara dönüştü. Bu artışlar, üretimin de darbe almasına ve dolayısıyla zaten tedarik zinciri kırılmasıyla ortaya çıkan fiyat artışlarının destek bulmasına yol açtı.
Bütün bunlar gelişmekte olan ülkelerin de küresel krizin parçası olmasıyla sonuçlandı. Başta Çin olmak üzere bütün gelişmekte olan ülkeler artık küresel krizin hem etkisi altında hem de krizin etkileyicisi durumunda bulunuyor.
Özetle söylemek gerekirse küresel sistem bugün son derecede ağır tehditler altında görünüyor.
Bu Krizden Çıkış Hiç Kolay Değil
14 yıldır süregiden küresel kriz, kapitalizmin bugüne kadar karşı karşıya olduğu krizler içinde en ağırı olarak karşımızda duruyor. Parasal genişleme ve faizi düşürerek sorunu ertelemeyi seçen sistem çok daha ağır bir duruma gelmiş bulunuyor.
Ekonomilerin buraya gelmesinin pek çok nedeni var kuşkusuz: Nüfusun çok artmış olması, neoliberalizmin kural tanımaz kâr güdülü yaklaşımları, etik değerlerin yıpranması, büyümenin her şeyin üzerine çıkmış olması, çevrenin bozulması, Covid 19 salgınının etkisi vs.
Küresel Finans Krizi kitabımda (2008) henüz daha krizin ilk yılında bu krizden çıkışın etik ile denetim arasında doğru bir denge yaratılmasına bağlı olduğunu vurgulamıştım. Geçtiğimiz 14 yılda bu sağlanamadı. Tam tersine panik halinde çözümler üretildi ve sorun ertelendi. Bugün gerek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde servet etkisi, öne çekilmiş talep, paradan kaçma gibi etkilerle talep canlılığını koruyor ve ekonomileri ayakta tutuyor. Ne var ki artık tümüyle bir balona dönüşmüş bulunan kapitalist sistemin bu şekilde sonsuza kadar sürmesi mümkün değil.
Ne yazık ki dünyayı çok daha zor günler bekliyor.
Türkiye’nin Durumu
2002 krizi sonrasında IMF desteğinde yeni bir ekonomi programını uygulamaya koyan Türkiye, uyguladığı bu program sayesinde krizden hızla çıktı. 2002 sonunda yaşanan iktidar değişimine karşın yeni gelen iktidar da IMF programını aksatmadan uyguladı. Bu program bankaların ve finans sisteminin güçlendirilmesi, kamu kesimi mali disiplininin sağlanması sonucu bütçe açıklarının düşürülmesi ve kamu kesiminin borçlanma gereğinin düşürülmesi gibi iki önemli temele dayanıyordu. Bu iki alandaki düzenlemeleri izleyerek Türkiye, AB ile tam üyelik müzakerelerine başladı ve yalnızca 2006 yılında bütün Cumhuriyet dönemi süresince gelen doğrudan yabancı sermaye toplamından yüzde 30 fazlası geldi. Yabancı sermayenin bu ilgisi yaklaşık on yıl azalarak da olsa sürdü. Türkiye bu dönem boyunca cari fazlasından daha çok döviz girişi yaşadı. Bunun sonucunda TL güçlendi, dolarizasyon yüzde 57’den yüzde 29’a geriledi, bütçe açıkları azaldı, enflasyon ve faizler hızla düştü, büyüme yüksek düzeye çıktı, GSYH büyüklüğü üç katına yükseldi. Dönemin tek sorunu cari açığın yüksekliğiydi.
2008 ortasında IMF programı bitti ve IMF ile devam edilmeme kararı alındı, ardından AB ile ilişkiler bozulmaya başladı, yabancı sermaye girişi yerini dış borçlanmaya bıraktı. Yapılması gereken yapısal reformlar yapılmadığı gibi mevcutlar da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ekonomideki bozulmanın yanı sıra geçmişte yapılmış sosyal ve siyasal reformlardaki bozulmalar düzeltilecek, ileri götürülecek yerde tam tersine geriye götürüldü.
Bugün gelinen noktada Türkiye, dünyanın en yüksek enflasyonlarından birisine sahip, cari açığı ve bütçe açığı büyüyen, CDS primi dünyanın en riskli üç ülkesinden birisi düzeyinde bulunan, dış kaynak bulamayan ve durumu swap anlaşmalarıyla idare etmeye çalışan bir ekonomi görünümündedir.
Türkiye 2003 – 2010 arasında yükselen piyasa ekonomileri arasında yıldızdı. 2014 – 2018 arasında bu konumunu yitirerek düşüşe geçti, 2018’den sonra bu ekonomilerin en umutsuzları arasına girdi. Özetle Türkiye, 2003 - 2022 arasında bir kuyruklu yıldız gibi parlayıp kayboldu.
Türkiye’nin yeniden bir çıkışa geçmesi için yapılması gerekenler ekonomiyle ilgili adımların çok ötesinde bir çaba gerektiriyor. Sosyal, siyasal ve ekonomik alanların tamamında hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının yerleştirilmesinden başlayarak eğitimin bilimsel temele dayandırılmasına, güçler ayrımına, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayalı bir demokrasinin yerleştirilmesine, laikliğin oturtulmasına, vergi ve teşvik sistemlerinin değiştirilmesine kadar uzanan bir yapısal reformlar paketinin uygulamaya konulması gerekiyor.
Bu yazı Mahfi Eğilmez'in kişisel blogundan alınmıştır.